8 Nisan Dünya Romanlar Günü nedeniyle,
8 Nisan Dünya Romanlar Günü nedeniyle,Manisa Bölgesi Romanları, Roman Kültürünü Koruma ve Yaşatma Derneği Başkanı Aslan Uğurçay,Gündeme İlişkin açıklamalarda bulundu,
Giriş 07 Nisan 2016 16:31 (Son güncelleme 30 Nisan 2016 09:51 8 Nisan Dünya Romanlar Günü nedeniyle,Manisa Bölgesi Romanları, Roman Kültürünü Koruma ve Yaşatma Derneği Başkanı Aslan Uğurçay,Gündeme İlişkin açıklamalarda bulundu,
Romanlar, dünyanın en renkli göçebe topluluklarından biridir. Türkiye'de yoğun olarak yaşadıkları yerlerin başında Trakya'da, Çanakkale, Edirne, Düzce, Tekirdağ ve İstanbul gelir.
Romanlar insanlık ailesinin ayrılmaz bir parçasını oluştururlar. En gerçek ve doğru manasıyla Romanlar göçebe zanaatçı ataların çocuklarıdır. Tarihin en eski zamanlarından beri kimi insan grupları; tarım veyahayvancılıkla geçinmişlerdir. Romanlar ise çeşitli nedenlerden dolayı göçebe zanaatçılıkla yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Romanların ataları; sepet, elek, metal eşya, kalay vs gibi ürün ve hizmetleri meydana getirerek bunları tarım ve hayvancılıkla geçinen diğer toplumlara satmışlardır. Bu sebeple diğer toplumlar gibi hayvan sürülerine ve geniş topraklara sahip olmadığından göçebe zanaatçılıktan başka bir geçim imkanı bulamamışlardır.
Sanıldığı gibi romanları diğer insanlardan ten rengi, ırksal özellikler ya da dil ayırmaz. Esmer romanlar kadar beyaz tenli ya da sarışın Romanlar da vardır. Farklı ırklara mensup Roman grupları da vardır. Farklı diller konuşan Roman grupları da vardır. Ama tüm Romanların ortak özelliği atalarının binlerce yıl boyunca göçebe zanaatçılıkla geçinmiş olmalarıdır. Bugün birey olarak bir Roman hangi mesleği yapıyor olursa olsun, insanlığın ilk zamanlarında atalarının göçebe zanaatçı olması onun da Roman toplumuna ait olduğunu gösterir.
Romanlar'ın büyük bölümü gelenek, göreneklerini ve topluluklarının yönetim biçimlerini korumuştur. İlk olarak 19. yy.da Avrupa'da, sayıları 10-100 aile arasında değişen Çingene toplulukları şefler seçmeye başladı.
Nisan 1971'de, Romanlar'ın sorunlarını tartışmak üzere Londra yakınlarında ilk Uluslararası Roman Kongresi toplanmış olup bu kongreye atfen, 1990'dan beri 8 Nisan Dünya Romanlar Günü olarak kutlanmaktadır
Current Biology adlı dergide yayınlanan çok sayıda ülkeden araştırmacının katıldığı çalışmaya göre, Avrupa'daki Romanların atalarının yaklaşık bin 500 yıl önce Hindistan'dan Türkiye'ye Türkiye üzerindenAvrupa'ya geldiği saptanmış. Romanlar Hindistan'ı Neden Terk Etti? Bir çoğumuz Romanların göçebe bir hayat tarzını gönüllü benimsediğini veya tarihin her döneminde bunun böyle olduğunu düşünürler. Ancak Romanlar göçebe oldukları veya canları nereye isterse oraya gittikleri için böyle bir yaşam tarzı seçmediler. Romanlar Hindistan'ı gönüllü olarak terk etmediler, daha ziyade tarihsel bir süreç içinde buna zorlandılar.. Romanlar Hindistan'da Nasıl Yaşıyordu? 11. yy'da Kuzey Hindistan'da bir çok krallıklar vardı. Gurjara ve Rajput Kralıkları föderasyonu bunlardan iki tanesiydi. Bunlar feodal bir toplum olup bunun yanında biri savaşçı kastı, diğeri de toprak sahibi olan tarımcı kastı gibi 2 kasta sahipti. Yani kendine özgü yerleşik ve sosyal bir yapıları vardı. Bunlardan bazıları çiftçi, kimileri hayvancılıkla uğraşan, diğerleri at sırtında savaşan süvariler veya savaşçı kastı için atları eğiten işçiler, gümüş, altın gibi değerli metalleri işleyenler yani kısacası bir toplumun işlemesi için gerekli olan tüm mesleklere sahiptiler. Bunun yanında yukarıda bahsedilen iki ana kastın altında yer alan daha başka alt kastlar da vardı. Bu her alt kast da sadece bir aile veya klan tarafından yapılmasına izin verilen özel bir mesleğe sahipti. Bu Hinduizm'in bir parçası olup Manu Kanunları olarak biliniyordu (Manuş Roman dilinde insan demek). Bu dönemde Romanlar Domba adı verilen bir kasta yer alıyordu. Günümüzde Roman dilinde, Dom (eril), Domni (dişi), o dönemlerde ise, Rom (eril) ve Romni (dişi) "insan" demekti. Bu yüzden hala olsun kendilerine "insan "anlamına gelen Roma derler.
rupa'da 11 milyon kadar Roman yaşıyor.© Deutsche Welle Türkçe
dpa/DW, BS/AG
8 Nisan Dünya Romanlar Günü nedeniyle,Ege Roman Dernekleri ve Salihli Roman Dernek başkanı Aslan Uğurçay, Gündeme İlişkin yaptığı açıklamada Başta Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan Olmak üzere Manisa Milletvekili Op.Dr. Muzaffer Yurttaş ve Ak Parti Hükümetlerinin 75 milyon insanımıza karşı tarak dişleri gibi herkese eşit davranması, ayrıca bizlere gösterdiği ilgi alakadan dolayı çok mutluyuz, memnunuz.Romanlar, dünyanın en renkli göçebe topluluklarından biridir. Türkiye'de yoğun olarak yaşadıkları yerlerin başında Trakya'da, Çanakkale, Edirne, Düzce, Tekirdağ ve İstanbul gelir.
Romanlar insanlık ailesinin ayrılmaz bir parçasını oluştururlar. En gerçek ve doğru manasıyla Romanlar göçebe zanaatçı ataların çocuklarıdır. Tarihin en eski zamanlarından beri kimi insan grupları; tarım veyahayvancılıkla geçinmişlerdir. Romanlar ise çeşitli nedenlerden dolayı göçebe zanaatçılıkla yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Romanların ataları; sepet, elek, metal eşya, kalay vs gibi ürün ve hizmetleri meydana getirerek bunları tarım ve hayvancılıkla geçinen diğer toplumlara satmışlardır. Bu sebeple diğer toplumlar gibi hayvan sürülerine ve geniş topraklara sahip olmadığından göçebe zanaatçılıktan başka bir geçim imkanı bulamamışlardır.
Sanıldığı gibi romanları diğer insanlardan ten rengi, ırksal özellikler ya da dil ayırmaz. Esmer romanlar kadar beyaz tenli ya da sarışın Romanlar da vardır. Farklı ırklara mensup Roman grupları da vardır. Farklı diller konuşan Roman grupları da vardır. Ama tüm Romanların ortak özelliği atalarının binlerce yıl boyunca göçebe zanaatçılıkla geçinmiş olmalarıdır. Bugün birey olarak bir Roman hangi mesleği yapıyor olursa olsun, insanlığın ilk zamanlarında atalarının göçebe zanaatçı olması onun da Roman toplumuna ait olduğunu gösterir.b. Osmanlı Devleti Zamanındaki ÇingenelerOsmanlı Devleti zamanındaki çingenelerin genel durumları hakkındaki bilgiler, hiç şüphesiz Osmanlı Arşiv belgelerinde bulunmaktadır. Biz burada tespit ettiğimiz arşiv belgeleri ve diğer kaynakların ışığında, Osmanlı Devletinin sınırları içerisinde yaşamış olan çingenelerin genel durumlarını belirlemeye çalışacağız. Osmanlı Devleti, Rumeli Eyaleti'nde çoğunlukta bulunan çingeneler için Rumeli'de merkezi o zamanki ismiyle Kırkkilise (Kırklareli) olan bir "Çingene Sancağı" tahsis etmiş, İstanbul ve Rumeli'de oturan çingeneleri bu sancağa bağlamıştır. Çingenelerin göçebe olarak yaşamaları ve sürekli yer değiştirmeleri sebebiyle kesin sayıları tespit edilememiştir. Lâkin 1477'de İstanbul'da yapılan nüfus sayımında 31 hanelik çingene ailesi tespit edilmiştir. Çingenelerin göçebe bir hayat yaşamalarından dolayı Osmanlı Devleti, onların vergilerini düzenli olarak toplayamamış ve bunun önüne geçebilmek için yeni fethedilen yerlerden çingenelere toprak vererek, onları yerleşik hayata geçmeye ve ziraate teşvik etmiştir. Kanaatimizce Osmanlı Devleti, çingeneleri Avrupa'da yeni fethedilen bu bölgelere sadece yerleşik düzene geçmeleri için yerleştirmekle kalmamış, aynı zamanda onları Avrupa devletlerine karşı sınır muhafızları olarak da kullanmış olmalıdır. Zira çok geniş toprağa sahip olan bir devletin, yeni fethedilen yerleri seçmesinin başka bir izahı zor gözükmektedir. Sultan Selim II. (1566-1574) 1574 yılındaki bir fermanıyla "Bosna-Hersek'te yerleştirilmiş olan çingenelerin vergiden muaf olduklarını, hiç kimsenin onların aktivitelerine karışmamasını, ancak kanunları ihlâl eden çingenelerin de çeribaşıları tarafından yakalanarak, devlete teslim edeceğini bildirmektedir". O dönemde Bosna-Hersek'de yerleştirilen çingenelerin bir kısmının madencilikle uğraşmış olduklarını da belirtmek gerekmektedir. Osmanlı Devleti, sınırları içerisinde yaşayan çingeneleri müslim ve gayr-ı müslim olarak iki gruba ayırmasına rağmen, bu iki grubu hukukî bakımdan denk saymıştır. Osmanlı Devleti'nde sadece gayr-ı müslimlerden cizye alınması söz konusuyken, kıptî teb'anın hem zimmilerinden hem de müslimlerinden cizye alınmıştır. Ancak bu iki grubun ödediği cizye miktarı farklı tutulmuştur. Bu belge Osmanlı Devleti'ndeki çingenelerin hepsinin müslüman olmadığını ortaya koymaktadır. Çingenelerle ilgili pek çok hükmün bulunduğu Fatih Kanunnamesi'nde çingenelerin dinî durum ve ayırımları da ortaya konulmaktadır: "Müslim olan çingene, kâfir olan çingeneler arasında oturmamalı, müslümanlara karışmalıdır. İlle de onlarla birlikte oturup, müslümanlara karışmayacak olursa, onların da kâfirler gibi haraçları alınmalıdır. Çingenelerle ilgili dikkat çeken bir diğer husus ise, onların dolaşacakları yerlerin tespit edilmiş olmasıdır. Göçebe çingenelerden hiç birinin kendi cemaatini terkedip gitmesine müsaade edilmemiş ve terkedenler yakalanarak kabilesine teslim edilmiştir. Ayrıca müslüman çingenelerle müslüman olmayanların birbirine karışmasına, birlikte konup göçmelerine ve kız alıp vermelerine müsaade edilmemiştir. Hatta çingene kanunnamesine göre müslüman çingenelerin kafir çingenelere karışması durumunda, onlardan sayılacağı ve cizye mükellefiyeti yükleneceği bildirilmektedir. Kıbtiyân ve cingâne tâifesi diye anılan ve Osmanlı Devleti'nde özel statüye tabi‘ askerî ve sosyal bir sınıf olan çingenelerle alakalı ilk hukukî düzenleme, Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) devrinde yapılmış ve "Rumeli Etrâkinün Koyun Âdeti" Kanunnâmesinin içinde neşrolmuştur. Ancak bu sosyal ve askerî grupla ilgili ilk müstakil kanunnâme ise, II. Bâyezid devrinde tedvin olunmuştur. Kanunî devrinde ise çingenelerle ilgili iki ayrı kısa hukukî düzenleme yapılmıştır. Bunlardan ilki; İstanbul Müftülüğü Şer‘î Siciller Arşivi, Üsküdar Mahkemesi Sicilleri, (No: 6/15, s. 138)'de yer alan ve çingenelerin ifa ile mükellef oldukları cizye ve harâclarını tanzim eden bir kanun hükmüdür. İkincisi ise; aynı şer‘iye sicillerinde (No: 6/15, s. 137)'de yer alan bir kanun hükmüdür. Bu iki Kanunnâmenin metinlerini Ahmed Akgündüz günümüz Türkçesine çevirmiştir. Anadolu, Karaman ve Trabzon kadılarına tedvin edilen bu hükümde, şer‘î hükümlere göre, cingânelerden alınacak harâc, harâc-ı re's denilen cizye ve kesim yani harâc-ı mavazzaf denilen “çift akçesi “ hükme bağlanmış bulunmaktadır. Bu kanun hükmünde, “kıbtiyân “ denilen çingeneler, “âzâdegân” denilen azadlı köleler ve “yâve kafirler “ denilen kaçkın gayr-i müslimlerle alakalı düzenlemeler yapılmıştır. Başbakanlık Osmanlı Arşivi'ndeki Kanunî dönemine ait Tapu-Tahrir Defteri'nde “Kanunnâme-i Kıbtîyân-ı Vilâyet-ı Rum ili” başlığı adı altında kayıtlı bulunan kanunnâme ise özet olarak şu hükümleri ihtiva etmektedir: 1- Müslüman çingenelerin her hane ve mücerredi (ergin bekarı), yılda yirmi iki akçe resim verirler. Kâfir çingenelerin her hane ve mücerredleri ise yılda yirmibeşer akçe, bîveleri (dul kadınları) de altışar akçe ispenç verirler. 2- İstanbul, Edirne, Filibe ve Sofya’da olan çingenelerin nâ-meşrû fiile girişen avratlarından kesim adı altında her ay yüzer akçe resim (vergi) alınır. 3- Cürüm, cinâyet ve ârüs resimleri, sâir reâyâ gibi, kânunların gerektirdiği mütad şekil ve miktarlarda edâ ederler. 4- Kayıtlı bulundukları kadılıktan başka bir kadılığa veya havlulara giderek izlerini ille de kaybettirmekte inad eden çingeneler aranıp bulunduklarında, kınanıp cezalandırılarak kendi kadılıklarına iade olunurlar. 5- Kendi cemaatlarından kaçan çingeneler, katuna başları (konak yerlerinin reisleri) ve kethüdaları (kahyaları) aracılığıyla buldurulup kendi cemaatlarına getirilirler. Böylece, avârız-ı divâniye vukuunda onların kendi cemaatlarının efrâdı arasında bulunmaları sağlanmış olur. 6- Çingene sancağına ait olan cingenelerin cürüm ve cinâyetlerine, bâd-i hevâlarına, rüsüm-ı örfiyyelerine ve siyasetlerine çingene sancağının beği mutasarrıftır. Vilayetin diğer sancaklarının Beğleri ve Subaşıları ve kapu halkı ve yeniçeriler buna asla karışamazlar. 7- Gerek has, zeâmet ve tımarlarda ve gerekse evkaf ve emlâkda raiyyet olarak kayıtlı bulunan çingenelerin İspençe ve rüsûm-ı örfiyyelerine ve bad-i hevâlarına ve siyasetlerine , ne çingene sancağının beği ne de diğerleri karışabilir. Bunları, doğrudan doğruya o raiyetlerin sahipleri tasarruf eder. 8- Müslüman çingeneler kâfir çingenelere karışarak onlarla birlikte göçüp konacak olursa, kınanıp te’dip edildikten sonra, onlardan da kâfir çingeneler gibi resim alınır. 9- Hisarlarda Müsellim Hizmeti görmek üzere ellerinde padişahın berâtı bulunan çingeneler, avârız-ı divâniyye, ispenç ve sair rüsum-ı örfiyyeden muaf olup yalnızca haraç verirler. 10- Semendire sancağının Biracık Nahiyesindeki Çingenelerin her hanesi, Resm-i Flori olarak, miriye her yıl seksen akçe öder. 11- Niğbolu sancağındaki çingeneleri raiyyet olarak tasarruf edenler, Niğbolu sancağına eserler. 12- Niğbolu sancağındaki çingenelerin hane ve mücerredleri, her yıl cizyelerini ödedikten sonra, ayrıca, kaftanlık adıyla da yılda altışar akçe öderler. 13- Niş çingenelerine raiyyet olarak mutasarrıf olan sipahiler, semendire sancağına eserler. Kanunnâmede de çingenelerin bir kısmının fuhuş, hırsızlık, gasp vs. gibi gayri meşru işlerle meşgul olduklarını göstermektedir. Günümüzde de onların bir kısmı fuhuş, hırsızlık ve yankesicilik gibi özelliklerini hâlâ devam ettirmektedir. Çingeneler hakkındaki düzenlemelerin çoğu vergi alanında olmuştur. XVII. asrın başlarında yayalar ve müsellemler gibi, çingene müsellemleri de kaldırılarak mukataaya bağlanmıştır. Rumeli çingeneleri mukataaya bağlandıktan sonra da özel durumlarını muhafaza etmiştir. Diğer reayanın ödediği avârız-ı divâniye ve öbür resimlerden muaf tutulup, buna karşılık maktu‘ olarak senede müsellem olanlardan 655'er akçe alınmış, lakin cizye taleb edilmemiştir. Buna mukabil Hıristiyan olanlardan ise 730 akçe cizye alınmıştır. XVII. asrın sonlarına doğru kıbtîyan mukataasına serhad çingenelerinin de (kıbtîyan-ı serhadlûyân) 830.000 akçe maktu‘a ve cizyeye dahil oldukları görülmektedir. Bu dönemlerde cizye veren çingenelere Balkan Yarımadası'nın her tarafında, bilhassa İlbasan ve Avlonya gibi Arnavutluk taraflarında Üsküb, Vulçıtıran, Priştine, Mora, İnebahtı, Karlıeli'nde ve Ege adalarının bir çoğunda rastlanmaktadır. Çingenelerin vergisi, Avusturya harpleri yüzünden devletin fazla para sıkıntısı çekmesiyle II. Mustafa'nın saltanat döneminde (1606-1695) bir hayli artırılmıştır. O sıralarda Rumeli ve Anadolu’daki çingenelerin toplam sayısı, 45.000 kişi (erkek ve büyük) ve bunlardan 10.000’inin müslüman ve 35.000’inin ise Hıristiyan olduğu tahmin edilmektedir. Bunlardan müslüman olanlarına 5, Hıristiyan olanlarına ise 6 kuruş tayin olunarak, hâsıl olan 260.000 kuruşun parça parça diğer havass-ı hümâyun mukataaları gibi, talibine satılması ferman olunmuştur. XVIII. asrın birici yarısında ise , cizye ve maktu‘aların tahsili muhtelif şahıslara verilmeğe başlandığından, bundan sonra çingenelerin mali mükellefiyetleri, bazı suistimallerle artmış, böylece çingenelerin bazıları cizye ve maktu‘a resmi ödemekten kaçınmışlardır. Hatta bunları bu konuda himaye edenler bile görülmüştür. Muhtelif yer ve zamanlarda devam eden bu gibi durumların önüne geçmek maksadıyla çingenelerin cizye ve maktualarının tahsili konusunda oradaki görevli kadılara fermanlar gönderildiğini yine arşiv belgelerinden öğrenmekteyiz. Bazı yerlerdeki çingenelerin cizye ve maktualarının saray mensublarına ocaklık olarak verilmesi XIX. asır başlarına kadar gelen bir usûldür. Halbuki, meydana gelen savaşlar dolayısıyla, çingenelerin yaşayışları itibariyle de sık sık yer değiştirerek mukataa mültezimleri ile ocaklık sahiblerini müşkil duruma sokmuşlardır. Bu durumlardan dolayı tanzimattan sonra bir taraftan çingenelerin tahrirleri ile iskanları cihetine gidilmiş, diğer taraftan da vergilerin tahsilinde başka yöntemler uygulanmıştır. Daha sonra çingenelerin tesbit ve tahrirleri yolunda yapılan çalışmalar semeresini vermiş, Anadolu’nun en uzak mıntıkalarındaki (meselâ: Diyarbekir, Beşiri, Çopakçur, Midyat ve Mardin havalisinde müslüman çingeneler ayrı ayrı tesbit edildiği gibi, Bosna’daki ) çingenelerin de mevsime göre göç etmeleri sağlanmıştır. Genel olarak gayr-ı müslimlerden alınan cizye kıbtîlerden de alınmıştır. (Osmanlılarda müslüman kıbtîlerden de cizye alındığını daha önce belirtmiştik.) Gayr-ı müslimler gibi askerlik yükümlülüğü bulunmayan bu müslüman ve gayr-ı müslim teb‘adan alının vergiye, cizyenin kaldırılmasından sonra “kıbtîyân vergisi” denilmiştir. Osmanlı Devleti Çingene Sancağı'nda Serasker Kânunu da ihdas etmiştir. Onların Serasker Kânunu hakkında M. Tayyib Gökbilgin şunları nakletmektedir: "Osmanlı Devletinde çingenelerin bir teşkilata sokulmalarıyla Rumeli’de mevcut bulunan Çirmen, Kızılca ve Vize müsellemlerinden ayrı bir liva olan çingene müsellemleri de 938 (1531)’de, diğerleri gibi 3-4 müsellim ile 9-12 yamaktan meydana gelen ocaklar halinde tahrir edilmiştir. Bunların müsellimleri, seferlerde yamaklarından avârız-ı divâniye karşılığı olarak, 50’şer akçe harçlık alıp, nöbetlere iştirak etmişlerdir. Sefer olmadığı zaman ise hiçbirşey almaz ve hizmete alınan nöbetli müsellim de o senenin ağnam vergisini (âdet) vermezmiş. Müsellemlere ayrıca birer çiftlik miktarı yer tahsis edilmişti. Çiftliğin hasılatını sefere giden alır, nöbetli olmayanlar da yamaklar gibi 50’şer akçe harçlığı ve öşürlerini 'esen müsellimlere' verirlerdi. Çingene müsellimlerinin vazifesi seferde top çekip, yol yapmak ve askere erzak taşımak gibi geri hizmetleri idi. Müsellemlerin başında çeribaşıları (seraskerân) olan tımarlı sipahileri bulunuyordu ki bunların statüleri ve görevlerini aşağıdaki kısımlarda kanun-i seraskerân-ı liva-i çingena bahsinde ele alacağız. Müsellemlerin başında bulunan çeribaşılar (seraskerân) çingene olmayıp, bilakis ötedenberi timarlı sipahileri sınıfına mensup beyzâde ve sipahizâdedir. Bunların timarları livanın muhtelif mıntıkalarında olup, kendileri de bir veya bir kaç nahiyenin müsellemlerini sefere sevk ederlerdi. Müsellemlere tahsis edilen çiftlikler veya bu çiftliklerin bir kısmını teşkil eden zeminler, mezraalar bazan, muhtelif tahrirlerde başka başka müsellemlere arak yazıldıkları için, bir ihtilaf konusu olmuş ve meselenin halledilmesi için o mıntıkadaki kadılara hükümler gönderildiği gibi, bazen de çeribaşılara tımar olarak verilen köylere de müdahale yapılmak zorunda kalınmıştır. Murat III., devrinden itibaren diğer askeri teşkilat gibi, çingene teşkilatı da bozulmaya başlamış, 987 (1579)’de İran harbi sırasında, Bezder tarafına hizmete memur edilen çingâne müsellemleri, defterin teslim edilmediğini bahane eden yamakların harçlık vermemeleri yüzünden, vazifelerine gidememişler ve çingeneleri yola getirmek hususunda Kırkkilise, Hayrabolu ve Babaeski kadılarına emir ve hükümler göndermişti". Enver M. Şerefgil, "XVI. Yüzyılda Rumeli Eyaleti'ndeki Çingeneler" isimli makalesinde Çingene Sancağı'nın Serasker Kanunu hakkında teferruatlı bilgi vermektedir. Buna göre Çingene Sancağı'nın Serasker Kanunu yalnızca seraskerlere mansus olmayıp, aynı zamanda, çingene müsellemleriyle onların yamaklarını da içine almaktadır. Bu hükümler şunlardır: 1- Eski defterlerde Müsellemler (her ocakta) üçer ve bazanda dörder kişidir. Yeni defterde de aynı uslûb üzere yazılmışlardır. 2- Müsellemlere Yamaklarından ellişer akçe harçlık konulmuştur. Çiftlik dahi tasarruf ederler, yamak mücerred ise Yirmibeş akçe öder. Bu hususta sultan Hüdavendigâr’ın (Murad I) hükm-ü şerif-i vardır. 3- Yamakların Müsellemlere harçlık olarak ödedikleri ellişer (mücerred yamakların yirmibeşer) akçe, avarız teklif olunamaz. 4- Müsellemler, sefer vaki olunca Yamaklarından ellişer akçeyi alırlar. Sefer vaki olmadıkça alamazlar. Ama, subaşılar ve Çeribaşılar sefer olsun veya olmasın yamaklardan ellişer akçeyi alırlar. 5- Çiftliklerden hasıl olan geliri, Müsellemlerden hangileri eserlerse onlar alır. Esmeyen müsellemler, tıpkı yamaklar gibi, ellişer akçeyi ve öşürlerini esen müselemlere verirler. 6- Müsellem ve Yamakların Gerdeği değereni (ârûs resmini) ve kanlığını (rusûm ve cinayet resimlerini) sancak beği tasarruf eder, çünkü bunlar ona hasıl yazılmıştır. 7- Bazı zaruri hallerde veya sıkışık durumlarda, müsellemlerin üçünü veya dördünü de eştirmek zorunluluğu olabilir. Bu gibi durumlarda yamakların ödedikleri ellişer (mücerred yamakların yirmibeşer) akçe ve çiftliklerin geliri, Müsellemler arasında eşit miktarlar halinde bölüşülür. 8- Bir müsellemin yerinde başka bir kimsenin bağı veya bahçesi olursa, Müsellem ondan öşür alır, amma onun bağ ve bahçesini elinden alıpta başkasına veremez. 9- Çeribaşı (serasker) timarlarının gerdeği değerinin ve kanlığının yarısı onların kendilerinin ve yarısı da Çingene Ocağı Beği’nindir. 10- Çeribaşılık timarları serbest timarlardandır. Bu nedenle, bu timarlarda yakalanan kaçak kul ve cariyenin Muştuluğunu (müjde-i abd-ı âbık’ını) çeribaşılar alır. Herhangi bir çeribaşılıkta yakalanan kaçak kul ve cariye, müseccel olunduktan sonra, çeribaşı bunları iletip Yavacıya (kaçak takipcisine) teslim eder ve o müddet içinde onlar için yapılmış olduğu nafaka masraflarını ve muştuluk resmini otuzar akçeden çeribaşı Yavacıdan alır. Eğer müddet dolmadan o kul ve cariyenin sahibi gelirse, çeribaşı, nafaka bedelini ve muştuluk resmini ondan alıp kul ve cariyeyi kadı marifetiyle sahibine teslim eder. 11- Bir Çeribaşını tımarında olan Haymanaların resimlerini çeribaşı alır. 12- Bir çeribaşının timarında Yürük, Tatar, Canbaz ve Müsellem tayfalarından kimseler mütemekkin olsalar, bunların bütün çift tutanlarından, yani bir çiftlik yer ziraat edenlerinden, çeribaşı on iki akçe çift resmi alır, Amma aynı durumda olan yağcı ve kürecci tayfalarının mensuplarından bütün çift tutanlar, çeribaşıya yirmi ikişer akçe öderler; çünkü onlar raiyyet kısmındandır. 13- Sancak Beği’nin Haslarında sakin olan Haymanaların resmi, gene Sancak Beği’nindir. Çingenelerle ilgili ilk dönemlerde yapılan bu tür düzenlemeler, Osmanlı Devleti'nin son dönemlerine kadar uygulanmıştır. Tanzimattan sonra ise çingenelerle ilgili Kıbtîler Nizamnamesi adı altında yeni düzenlemeler yapılmıştır. Görüldüğü üzere Osmanlı Devleti'nde çingenelerle ilgili yapılan düzenlemelerin pek çoğu vergilerle alakalı hükümlerden oluşmaktadır. Bunlar bir devletin ekonomisini koruyabilmesi için baş vurduğu çarelerdir. Ancak bizim açımızdan kanunnâmelerde dikkati çeken en önemli hususlardan biri hiç şüphesiz, Osmanlının göçer hayat yaşayan çingeneleri kontrolü altına alması, onların gezip dolaşacağı yerleri belirlemesi, bu belirlenen yerlerin dışına çıkmalarına müsaade etmemesi ve hepsinden önemlisi de onları yerleşik düzene ve ziraatle uğraşmaya sevketmesidir. Bunu yaparaken müslüman çingenelerle müslüman olmayanların birbirine karışmasına da müsaade etmeyerek, onların kendi inançlarını muhafaza etmelerini sağlamasıdır. Çingene Kanunnâmelerinde dikkati çeken bir diğer hususiyet, çingenelerin işlediği suçlarla alakalı hükümlerdir. Onların işlediği yankesicilik, hırsızlık, dolardırıcılık ve fuhuş gibi suçların yaygınlaşması üzerine, bunun önüne geçebilmek için cezaların artırılışı dikkat çekmektedir. Bir diğer önemli husus ise Osmanlının "Seraskeran" dediği "Çeribaşılık" müessesesidir. Osmanlı, seraskerlerini çingene olmayanlardan seçmekle bu kurumu kendi tekelinde ve kontrolünde tutmasını bilmiştir. Günümüzde de çingenelerin çeribaşılık müessesesi vardır. Ancak çingene çeribaşıları, ileride üzerinde ayrıntılı bir şekilde durulacağı üzere en mahir çingenelerden seçilmektedir. Durum böyle olunca çingenelerin düzenli bir kontrolünün sağlanması mümkün olmamaktadır. Osmanlının göstermiş olduğu bu hassasiyetin, günümüz modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından da gösterilmesi gerekmektedir. Zira günümüz Türkiyesi'ndeki göçer veya yerleşik çingenelerin pek çoğu, ilgi ve kontrolden uzaktır ve tamamen başıboş bir hayat sürmektedir. Özelliklerini bozmaksızın onların topluma kazandırılması ve entegrasyonu hususunda devletimize büyük bir mesuliyet düşmektedir. Tam göçer çingenelerin toplam sayısı 30.000'i geçmemektedir. Buna yarı yerleşikler de ilave edildiğinde göçer çingene sayısı 100.000'e yaklaşmaktadır. Bu rakamlara göre Türkiye'de yaşayan bütün çingenelerin toplam sayısı altıyüzbine yaklaşmaktadır. 1970-1980 yılları arasında Avrupa'da takriben 4 milyon çingene olduğu hesaplanmıştır. Hindistan dışında Asya, Amerika ve dünyanın diğer yerlerindeki çingeneler ise 3-4 milyon olarak hesap edilmektedir. Böylece Hindistan hariç dünya çingenelerinin sayısı 7-8 milyon olarak tespit edilmektedir. 1988 yılındaki tahminlere göre çingenelerin ülkelere göre dağılımı ve genel sayısı şöyledir: Yugoslavya : 650.000 Romanya : 540.000 Türkiye : 1,500.000 Macaristan : 500.000 İspanya : 450.000 Rusya : 370.000 Bulgaristan : 300.000 Çekoslovakya : 200.000 Fransa : 90.000 İtalya : 90.000 Yunanistan : 50.000 İngiltere : 50.000 Federal Almanya : 50.000 Arnavutluk : 50.000 Portekiz : 50.000 Hollanda : 30.000 Belçika : 14.000 İrlanda : 10.000 İsviçre : 10.000 Avusturya : 9.000 İsveç : 8.000 Finlandiya : 6.000 Norveç : 4.000 Danimarka : 3.000 Doğu Almanya : 3.000 ________________________________________ Toplam 5.487.000 Oysa Çingeneler tarihine bakıldığında dünyadaki hemen hemen tüm devletler tarafından (Osmanlı hariç) ezildikleri karşımıza çıkıyor. Ve tarih bunları hep gözardı etmiş. Çingenelerin tarih boyunca çeşitli sürgünler yaşadıkları, çeşitli zulümlere maruz kaldıkları tarihi belgelerle ortaya çıktı. Ortaya çıkan bir başka gerçek ise Çingenelerin diri diri yakıldıklarıyla ilgili. II. Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından yüz binlerce Çingenenin yakıldığı gerçeği aradan yıllar geçmesine rağmen sonunda gün yüzüne çıktı. Özellikle Alman kaynakları bu olayları doğruluyor. Çingeneler sadece yakılmakla kalınmamış, çalışma kamplarına gönderilen on binlerce Çingenenin akibeti ise hâlâ bilinmiyor. Peki Almanlar Çingeneleri neden yaktı? Bu sorunun cevabı ise oldukça ilginç: Türk ajanı olmaları.Türk ajanı 500 bin Çingene!
II. Dünya Savaşı sırasında Almanya'da devam eden "saf ırk" politikasından Çingeneler de nasibini almış. Almanların Yahudileri yaktığı konusu dünya kamuoyunda tartışılıp hep gündemde tutulmaya çalışılırken Çingenelerden hiç bahsedilmiyor. Yahudiler ön planda tutulup, dünya kamuoyu nezdinde çok güçsüz olan Çingenler hep gözardı ediliyor. Savaşın sürdüğü yıllarda Almanlar 500 bin Çingeneyi diri diri fırınlarda yakmış, on binlerce Çingeneyi de göçe zorlamış. Kamplarda kaybolan Çingenelerin sayısı ise tam olarak bilinmiyor.
Almanya'da 1938'de başlayıp 1945 yılına kadar Çingeneler değişik zulüm ve işkencelere maruz kalmışlar. Alman arşiv belgelerinde de Çingenelere yönelik zülümlerle ilgili detaylı bilgilere yer veriliyor. Arşiv belgelerine göre ağır işlerde çalıştırılan binlerce Çingenenin, Dachau kampında fırınlarda yakıldığı ortaya çıkıyor. Yine arşiv belgelerine göre Almanların nüfuz sahası içinde bulunan ve "3. Bölge" olarak bilinen toplama kampında 500 bin Çingenenin yakılarak imha edildiği belirtiliyor. Çingenelere yönelik bütün bu zulümlerin, işkencelerin, öldürülmelerin sebebi konusuna ise, yine arşiv belgeleri tanıklık ediyor; Türk ajanı olmaları.
Çingene nasıl Türk ajanı olur?
Almanlar, sadece Türk ajanı olduklarını gerekçe gösterip 500 binden fazla Çingeneyi yakıp, binlerce Çingenenin de göç etmesine yol açtılar. Peki bir Çingene nasıl Türk ajanı olur? Bu sorunun cevabı ise tarihte saklı. Avrupa'daki hatta dünyadaki hemen hemen tüm devletler Çingenelere zulmederken, Osmanlı Devleti Çingeneleri korumuş, onları birey olarak kabul etmiş.
Türkiye'de Çingeneler ile ilgili olarak akademik anlamda ilk çalışmayı yapan Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ali Rafet Özkan, Avrupa'nın Çingenelere yönelik nefretinin çok eskiye dayandığını belirterek şöyle konuşuyor: "Çingenelerin Türk ajanı olmaları 1400'lerden itibaren süregelen bir söylem ve buna bağlı olarak uygulamalarla geçerliliğini korumuş. Çingenelerin Türk ajanı olarak kabul edilmelerinin ana sebebi; 1453 yılında İstanbul'un fethedilişini müteakip Avrupa'daki fetih seferlerinin devam etmesi ve Türklerin Viyana sınırına kadar dayanmış olmalarıdır. Bu zaman sürecinde Avrupalı Hıristiyanlar kendi ülkelerinde görülmeye başlayan doğudan gelmiş siyah renkli Çingenelerden şüphelenmeye başlamışlar ve onları Türk ajanı ve keşif gücü gibi algılamışlar. Bundan dolayı Çingeneler Avrupalılarca hiç dostça karşılanmamışlar. Bu anlayış Avrupalıların Türklere karşı duydukları kin ve korkudan kaynaklanıyor. Avrupalıların Çingenelere karşı bu düşüncesi 20. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir. Çingeneleri Türk ajanı olarak Avrupalılara hedef gösteren ilk kişi 1424 yılında Presbyter Andreas'dır."
Avrupalı hiç sevmemiş
Çingeneler tarihine bakıldığında onların Avrupa'da sürekli bir zulme ve sürgüne maruz kaldıkları karşımıza çıkıyor. Çingeneler 1512'de İsveç'e, 1515'te İngiltere'ye, 1544'te Norveç'e, 1597 yılında Filandiya'ya ulaşmışlardı. İspanya'ya 1425 yılında gelen ilk grup 1427 yılında sürülmüş. Avrupa'da Çingenelerin görülmesiyle birlikte kilise, bunlara düşmanca davranmış ve Barcelona'ya 1447 yılında gelenler, iki yıl sonra 1449'da İspanya'yı terk etme emri almışlar. Hatta V. Ferdinand yönetimi sırasında Çingeneler pek çok zulme uğramış, gözlerine mil çekilerek kör bile edilmişler. Portekiz'de yaşadıkları bunlardan farklı değildi; zulüm, işkence, sefalet... Çingenelerin önce bir bölümü 1600 yılında Portekiz'den Afrika'ya gönderilmiş ve 29 yıl sonra da geri kalan gruplar, Hindistan ve Brezilya'ya sürülmüş. Aynı şekilde Fransa ve diğer Avurpa ülkelerinde de Çingeneler 1500 yılından beri hep sürülmüşler, işkencelere maruz kalmışlar. Ancak çingeneler her ne kadar sürülmüşlerse de kendi özlerinden hiçbirşey kaybetmemişler.
Doç. Dr. Ali Rafet Özkan Çingenelerin Avrupa'daki takibatının diğer bir sebebini de onların gerçek mânâda Hıristiyan olamamalarından kaynaklandığını belirtiyor: "Hıristiyanlar nazarında Çingeneler putperesttir. Onlar şeytanın yardımıyla büyücülük, falcılık ve kahinlik yapmaktadır. Engizisyon Çingeneler için devreye girmiş. Heinrich von Wislocki'nin bildirdiğine göre, Çingeneler 19. yüzyılda bir kaç ülkede kâfir olarak takibata uğramış ve cezalandırılmışlar".
Osmanlı korumuş, Türkiye sevmiş
Türkiye ise Osmanlı'dan aldığı bu mirası devam ettirmiş. Günümüzde Çingeneler, Türkiye'nin hemen hemen her yerinde dağınık olarak yaşıyorlar. Çingenelerin çoğunlukta bulunduğu yerlerin başında Marmara, Ege ve Akdeniz bölgeleri geliyor. Bunu Karadeniz, İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri takib ediyor. Türkiye'de Çingeneler genel olarak "Çingene" adıyla biliniyorlar. Ancak yakın zamana kadar onlar için "Kıpti" kelimesi de kullanılmış. Erzurum, Artvin, Bayburt, Erzincan ve Sivas Çingeneleri için "Poşa", Van, Hakkari, Mardin ve Siirt Çingeneleri için "Mutrib", İç Anadolu Çingeneleri için "Elekçi" tabiri kullanılmış, resmi dilde ise "Esmer Vatandaş" tabiri kullanıldığı karşımıza çıkıyor. Akdeniz'de Çingeneler için "Arabacı", Ankara'da "Teber", Adana ve Osmaniye yöresinde "Cono" tabiri kullanılıyor. Roman ise daha çok Trakya'da kullanılan bir tabir olarak karşımıza çıkıyor.
Türkiye'deki Çingenelerin büyük kısımının Çingene ithamını reddettiklerini belirten Doç. Dr. Ali Rafet Özkan konu ile ilgili olarak şunları söylüyor: "Bunun sebebi Çingeneler gittikleri her yerde bu isimle horlanıp, aşağılandıkları için bunu pek tercih etmiyorlar, daha doğrusu kabul etmiyorlar. Çingeneler Türkiye'nin her yerine dağılmış durumdalar. Çok dağınık bir şekilde yaşadıkları için Çingenelerin kesin sayısı ile ilgili birşey söylemek mümkün olmuyor. Ama Çingeneler misafirperver insanlar oldukları gibi, ikramda bulunmayı da çok seviyorlar. Çok neşeli ve hareketli insanlar". Avusturya, Kraliçe Maria Theresia döneminde Romanlardan çocuklarını zorla alma, Roman olmayan kişilerle evlenmeye zorlamak gibi gaddarca yöntemlerle onları yerleşik düzene geçirmeye çalışan ilk ülke oldu. Bask ülkesi, Avrupa'da 19. yüzyılın başına değin Romanların son sığınma yeri oldu. Daha sonra Fransız-İspanyol askeri birlikleri yurtsuzları oradan da sürüp çıkardı.
Türkçede Romanlar, yaşadıkları yöreye bağlı olarak Çingene sözcüğünün versiyonları olan çeşitli isimlerle anılırlar. Bunlardan bazıları şunlardır: Çingen, Cingen, Cıngan, Çingan, Çingân, Cingan, Çincane ve Cingane. Bunun haricinde kullanılan bazı yöresel isimler şunlardır:
Cono (Adana) Roman (İzmir) Şopar (Tekirdağ, Kırklareli) Cingan (Bolu, Kastamonu, Çankırı, Sinop, Çorum, Afyon, Ankara, Kırşehir) Mıtrıp (Van, Diyarbakır) Mutruf (Ardahan) Bala (Ilgın, Konya)Poşa (Erzurum, Artvin, Kars). Anadilleri Ermenice olup Doğu Anadolu'da yaşamaktadırlar.[39]Gurbet, kurbat (Tunceli, KKTC, Hatay) Kareçi (Birecik, Diyarbakır, Niğde ve civarında) Çingit "göçebe, çingene" (Amasya, Samsun) Abdal (Dörtyol , Hatay - Kahramanmaraş) Çerge, Firavun (Edirne)Dom (Van, Hakkari) Aşık - (Diyarbakır)KıptiOrom (Zonguldak, Bartın) Ole (KKTC)