İsrail'in sessiz stratejisi
İsrail'in bugün için bölgede birbiriyle ilgili üç büyük tehdit algısı var: Birincisi, uzun menzilli balistik füzelere ve nükleer silahlara erişmeye çalıştığı düşünülen İran. İkincisi, güney Lübnan'ı kontrol eden ve etki alanını Suriye'nin güneyine doğru genişleten Hizbullah. Üçüncüsü ise Gazze'yi kontrol altında tutan, Batı Şeria'ya doğru yayılmaya çalışan ve İsrailli
Giriş Tarihi: 18.7.2017 03:04 Son Güncelleme Tarihi: 18.7.2017 05:44
İsrail'in sessiz stratejisi
Ortadoğu'nun içinden geçmekte olduğu kaotik süreçte Filistin meselesinin ve Kudüs'ün gündemde geri plana düşmesi, Irak'ın ve Suriye'nin gölgesinde kalması, İsrail'in boş durduğu anlamına gelmiyor.
Irak'ta DEAŞ'a karşı aylarca devam eden Musul operasyonu, Suriye'de ABD ve terör örgütü PKK'nın Suriye kolu YPG'nin Rakka operasyonu, Ürdün sınırında yaşanan Rusya-ABD eksenli gerilim, bir başka noktada İran-Suudi Arabistan arasındaki çekişme, Yemen iç savaşı, Mısır'da yaşanan terör olayları, Libya'daki iç savaş ve son olarak Körfez'de Suudi Arabistan'ın başını çektiği dört ülkenin Katar'a uyguladığı abluka: Ortadoğu adeta her an büyük depremlerle sarsılan Japon adaları gibi, her biri en az diğeri kadar önemli olaylarla sarsılıyor. Her sarsıntının da çoğu zaman hesaplanması güç etkileri oluyor. Bu sarsıntıların merkez üssü, bölgedeki anlaşmazlıkların belki de en temel noktası olan Filistin meselesi göz ardı edilse de, unutulmaya yüz tutsa da, 14 Temmuz'da El-Aksa'da yaşanana benzer çok sert bir olayla yeniden gündeme gelebiliyor ve ne kadar patlayıcı olabileceğini hatırlatıyor.
Filistin meselesi ve Kudüs'ün gündemde geri plana düşmesi, Irak'ın ve Suriye'nin gölgesinde kalması, İsrail'in boş durduğu anlamına gelmiyor kuşkusuz. İsrail bölgede devam eden büyük kaosun içinde sessizce kendi güvenliğine yönelik önemli adımlar atıyor. Uyguladığı stratejik sessizlik politikasıyla hamlelerini mümkün olduğu kadar dikkat çekmeden gerçekleştirmeye çalışıyor. Kendi örtülü ittifaklarını güçlendirmeye, güvenlik kurgusunu hayata geçirmeye çalışıyor. İsrail'in bölgeye yönelik plan ve beklentileri en az iki başkent tarafından daha benimsenmiş durumda: Washington ve Riyad.
İsrail'in bugün için bölgede birbiriyle ilgili üç büyük tehdit algısı var: Birincisi, uzun menzilli balistik füzelere ve nükleer silahlara erişmeye çalıştığı düşünülen İran. İkincisi, güney Lübnan'ı kontrol eden ve etki alanını Suriye'nin güneyine doğru genişleten Hizbullah. Üçüncüsü ise Gazze'yi kontrol altında tutan, Batı Şeria'ya doğru yayılmaya çalışan ve İsrailli Araplar üzerinde etkisini giderek artıran Hamas.
Tehditler bunlar olunca, İsrail'in stratejisi de buna göre şekilleniyor. İsrail'in öncelikli hedefi İran'ın kuşatılması. Bunun için gereken, Amerikan yönetiminin ve Körfez'deki Arap ülkelerinin desteği. İşte tam bu noktada, adeta ‘yıldızlar ilginç bir açı yaparak’ Washington-Riyad ve Tel Aviv'i aynı hedefte buluşturuyor. Bu yılın mayıs ayında ilk resmi yurt dışı ziyaretini Suudi Arabistan’a ve hemen ardından İsrail'e gerçekleştiren ABD Başkanı Trump'ın girişimleri tesadüf değil. Trump Suudi Arabistan’ı ve onun önderliğindeki Körfez ülkelerini İran'a karşı örgütlüyor ve silahlandırıyor. Bu noktada Riyad'ın ve müttefiklerinin, İran'a karşı İsrail'i de yanlarında görmekten memnun olduğu anlaşılıyor. Birleşik Arap Emirlikleri'nin de İsrail ile Demokrasileri Savunma Vakfı (Foundation for Defense of Democracies) üzerinden, alttan alta birlikte hareket ettiği anlaşılıyor. İsrail, İran karşıtı ittifak girişimlerinin arka plandaki üyesi.
İsrail'in sessiz stratejisinin ikinci ayağı ise Suriye'nin güneyine odaklı. Burada attığı adımlar hem İran hem de Hizbullah'a karşı ortak bir hareket planına işaret ediyor. 2006 yılındaki Temmuz Savaşı'nda Hizbullah karşısında istediği kadar etkili olamayan ve kuzey sınırını güvenceye alamayarak Litani Nehri'ne kadar olan alanı tampon bölge yapma hedefini gerçekleştiremeyen ve bu bölgenin denetimini Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Görev Gücü’ne (UNIFIL) bırakan İsrail, Suriye iç savaşını fırsat bilerek kuzeyinde bir tampon bölge oluşturmaya çalışıyor. İsrail ABD'nin Ürdün'ün kuzeyinde Suriye sınırına yerleşmesini teşvik ederek, zaman zaman doğrudan Hizbullah hedeflerini bombalayarak, Golan tepelerinin kuzeyinden Süveyde'ye uzanan bir hatta tampon bölge kurulması için çalışıyor. Hedef Hizbullah'ı İsrail sınırından uzak tutmak, İran'ın Lübnan ile kara bağlantısını kesmek ve lojistik akışını engellemek.
Üçüncü hedef ise Filistin'de tek ve en büyük direniş odağı olan İslami Direniş Hareketi Hamas'ı devre dışı bırakmak, hiç olmazsa zayıflatmak. Böylece Filistin sorununu zaman içinde lehine çevirerek çözmek; Kudüs'teki statüyü yine zamana yayarak İsrail'in lehine değiştirmek. Batı Şeria'da ve Doğu Kudüs'te yerleşim yeri inşaatları açarak bu toprakların Yahudileştirilmesi, bu sessiz stratejinin bir parçası olarak görünüyor. İsrail, Filistin sorununu kendi çözümünü karşı tarafa dayatarak, buna itiraz edebilecek en önemli güç olan Hamas'ı devre dışı bırakarak halletmeyi umuyor. Şaron döneminde temelleri atılan tek taraflı güvenlik adımlarını kökleştirmek, resmileştirmek planın merkezindeki düşünce. Hamas'ın zayıflatılması, Mısır’ın, Suudi Arabistan’ın ve diğer Körfez ülkelerinin rejimlerinin güvenlikleri açısından, siyasi İslami hareketlerin zayıflatılması yönüyle paylaştığı ama Katar'ın karşı çıktığı bir hedef.
Katar krizi, yukarıdaki sebeplerden dolayı İsrail'in sessiz stratejisinde tam merkeze yerleşiyor. Katar'ın iki noktada uyguladığı politika, İsrail'in ve Körfez Araplarının bölge vizyonunu ve gelecek planlarını olumsuz etkiliyor. Birincisi, Katar'ın İran ile daha dengeli ilişkiler kurma eğilimi, Tahran yönetimiyle ilişkilerini sürdürmek ve enerji alanında işbirliği yapmak istemesi. Bu başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin çoğunun tepkisini çekiyor. Riyad'ın Katar'da yönetimi değiştirmeyi hedefleyen, Katar'ı haritadan silmeye varacak kadar saldırgan ve yıkıcı abluka kararı, büyük ölçüde bundan kaynaklanıyor. İran'ı bölgeye entegre edecek, faaliyetlerini sürdürmesine olanak sağlayacak bir alan açılmasına İsrail de karşı; İran'ın tamamen izole edilmesini istiyor. Bu nedenle, Katar'ın iradesinin kırılması İsrail için de olumlu yönde bir adım gibi görünüyor.
İkinci konu ise Doha yönetiminin Filistin'de Hamas’la, Mısır'da Müslüman Kardeşler örgütleriyle olan yakın ilişkileri. Katar Hamas'a ve Müslüman Kardeşler’e finansal destek veriyor, lider kadrosunun sürgünde dağılmasına engel oluyor, örgütlenip faaliyetlerine devam etme fırsatı sunuyor, medyayı kullanarak sorunları gündemde tutuyor ve unutturmuyor. Bu da İsrail'in Hamas'ı zayıflatma politikasının hayata geçmesine engel oluyor. Katar Hamas'ın ABD ve diğer ülkelerle iletişimini de sağlayarak örgütün izole edilmesini engelliyor. Bu nedenle, Katar'ın etkisiz kılınması, Filistin'de Hamas'ın kaynaklarını kurutmak, musluğunu kısmak için büyük bir önem taşıyor. Bu başarılırsa İsrail, Filistin'de kolay lokma olarak gördüğü El Fetih'i yönlendirerek Filistinlilerin iradesini etkisizleştirebileceğini, dilediği teslim belgesini imzalatabileceğini düşünüyor.
Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas'ın ilerleyen yaşı ve yerine gelebilecek bir ismin netleşmemesi İsrail'in iştahını kabartıyor. Daha önce Oslo Barışı yıllarında imzalanan güvenlik anlaşmaları ve yürütülen işbirliği kapsamında tanıdıkları, ilişki kurdukları, eksik ve zayıf yanlarını bildikleri, Filistin'de tanınan bazı isimlerin ısıtılarak ön plana çıkarılması biraz da bununla ilgili. 2006 seçimlerinden sonra Gazze'den kaçmak zorunda kalan eski güvenlik şefi Muhammed Dahlan'ın adının İsrail medyasında dolaşıyor olması bu açıdan şaşırtıcı değil. Arafat Ramallah'ta ev hapsine alındığında İsrail heyetleriyle görüşmeler yapan, Savunma Bakanı Şaul Mofaz'la gizli pazarlıklara girdiği öne sürülen Dahlan'ın İsrail için iyi bir alternatif olabileceği, onun üzerinden Filistinlilere bir anlaşma dayatılabileceği düşünülüyor olabilir.
Mescid-i Aksa'daki olaylarAncak Filistin sorunu bu hesaplamalardan ne kadar uzak olduğunu, ne kadar çabuk kontrolden çıkabileceğini 14 Temmuz sabahı bir kez daha gösterdi. El Aksa camiine sokulan silahlarla kutsal mekanın girişinde yaşanan çatışma, akabinde saldırıyı gerçekleştirilen üç kişinin Haremü'ş-Şerif'in avlusunda öldürülmesi, meselenin kapalı kapılar ardında kolayca çözülemeyeceğinin açık bir kanıtı oldu. Saldırıyı gerçekleştirilen üç kişinin İsrail vatandaşı Araplardan olması, Ummu'l-Fehm'den gelerek bu eylemi gerçekleştirmeleri de alarm verici. İsrail'in olaydan sonra apar topar Kudüs'teki statükonun korunacağını açıklaması, ama diğer taraftan El Aksa camiinde Cuma namazını yasaklaması, korunması zor bir dengeye işaret ediyor. İsrail böyle zamanlarda bütün bir İslam dünyasının tepkisini kaldıramayacağının farkında. Bu nedenle yatıştırıcı açıklamalar altında bildiğini okumaya devam ediyor. Bu tutumu açığa çıkaran ve Arap dünyasının önüne koyan ise çoğunlukla Katar'ın desteklediği medya ve düşünce kuruluşları oluyor.
İşgal altındaki Filistin ile İsrail arasındaki sınırlar belirsizleşirken, Filistin siyasetinin de yavaş yavaş İsrailli Arapları etkisine alma eğilimi ortaya çıkıyor. Hamas'la benzer vizyona sahip siyasi İslami anlayışın yayılması ve güçlenmesi, uzun vadede İsrail'i ciddi bir biçimde sıkıştırabilir. Bu nedenle İsrail’in, yine geri planda kalmak kaydıyla, Körfez ülkelerinin Katar'ı köşeye sıkıştırma çabalarını desteklemesi şaşırtıcı değil. Çünkü İsrail'in sessiz stratejisine çomak sokan az sayıdaki ülkeden biri Katar.
[İstanbul Kültür Üniversitesi öğretim üyesi olan Yrd. Doç. Dr. Bora Bayraktar, aynı zamanda uluslararası ilişkiler, Türkiye ve Ortadoğu alanında deneyimli bir gazeteci ve 'Hamas' kitabının yazarıdır]